15 Ocak 2007

Sorun bu işte..

Aşağıdaki yazı 14.01.2007 tarihinde Akşam gazetesindeki köşesinde Engin Ardıç tarafından kaleme alınmıştır. Yazının bulunduğu akşam gazetesinin linki budur http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=64389,10,2 ben ayrıca buruya da alıntılamak istedim. Engin Ardıç uslubundan ötürü arada okuduğum bir yazardır eğlendirdiğini düşünürüm çok hazzettiğim birisi değildir ama şu yazısı nefret ettiğim derinliksizliğin ve hazımsızlığın çok minik bir kısmına tercüman olmuş.

Saray futbolu

Cahilim, aklım ermiyor, üstelik meselelere son derece 'yüzeysel' yaklaştığım için, dünyada ilk ve tek örnek olarak bir sarayın dibine nasıl olup da futbol stadı yapıldığını bir türlü anlayamıyorum!... Bu nasıl bir aymazlık, nasıl bir zevk düşüklüğü, nasıl bir sakillik, nasıl bir düşüncesizlik, nasıl bir ihanettir?

Yaşı kırkın altında olanlar bilemeyeceklerdir, kırk ile elli arası olanlar da hayal meyal hatırlarlar belki: İnönü Stadı, Demokrat Parti yönetimi tarafından Mithatpaşa Stadı edilmişti (İnönü adını heryerden kazımak için) ve de Nasrettin Hoca türbesi gibi üç yanı tribün, bir yanı havagazı fabrikasıydı...

('Deniz tarafı' ve 'gazhane tarafı' deyimlerini duymuş muydunuz?)

Gazhane tarafı, yani 'yeni açık'... Gazhane 1964 yılında ortadan kaldırıldı... Saha da 1967 yılına kadar topraktı, çim mim yoktu.

O alanın, meğer Dolmabahçe Sarayı'nın ahırları olduğunu (ıstabl-ı amire) rahmetli Çelik Gülersoy'dan öğrendiğim zaman şaşırıp kalmıştım.

Anlı şanlı Milli Şef yönetimi, Lütfi Kırdar eliyle, sarayın yanına futbol sahası domaltmıştı... Taksim Topçu Kışlası'nı yıkıp park yaptığı gibi (babam sıkı bir İsmetçi olduğu için oraya ısrarla 'İnönü Gezisi' demeyi sürdürüyordu ellili yıllarda)... Haa bir de, dünyanın 'akustiği en kötü' amfitiyatrosunu, Açıkhava'yı yaptılar tabii.

Dolmabahçe ve Yıldız sarayları halka kapalıydı, müze falan değillerdi, gezilemiyorlardı... Çünkü birinde, burada açıklamam mümkün olmayan bir devlet dairesi vardı, diğeri de neydi, bilir misiniz? Harb Akademisi, yani kurmay mektebi! Nice sonra Yıldız'dan Maslak'a taşımayı akıl edebildiler.

'Sahil sarayları' dizisinin diğer unsurlarına gelince... Fındıklı Sarayı, mütarekede İngilizler tarafından basılıp kapatılana kadar Meclis-i Mebusan olarak kullanılmış (çünkü Sultanahmet'teki asıl bina yanmıştı), cumhuriyet döneminde ikiye bölünmüş, iki binasının arasına duvar çekilip biri Güzel Sanatlar Akademisi, biri de Atatürk Kız Lisesi edilmişti...

Dolmabahçe Sarayı'nın veliaht dairesi Resim ve Heykel Müzesi, muhafız karakolu da Beşiktaş Kaymakamlığı olmuştu.

Sonra kuzeye doğru iskeleler ve tütün depoları geliyor, sonra kum depoları başlıyordu.

Sırada bir bina daha vardı ama 'devlet misafirhanesi' miydi neydi, merak edip bakamazdık, gezemezdik.

Bunun hemen yanına dikilmiş bir de çirkin mi çirkin Et ve Balık Kurumu deposu!

Beşinci Murad'ın yirmi sekiz yıl sürgün yaşadığı ve içinde öldüğü yapı, Çırağan'ın 'müştemilatı' da (yoksa harem dairesi mi?), Beşiktaş Kız Lisesi... Sonra asıl Çırağan'ın, sarayın 'mabeyn' bölümünün kuru boklar üzerinde kara sinekler vızıldayan yıkıntısı ve gene bir futbol sahası, saray bahçesine kondurulmuş toz toprak içindeki döküntü Şeref Stadı (bugün havuz)...

Orayı kurtaran, memurların küfür ettikleri Turgut Özal oldu.

Bundan sonra Yüksek Denizcilik Okulu'nun gene çirkin ve modern yapısı geliyor, sonra da Feriye Sarayı başlıyordu.

Feriye Sarayı'nın üç binasından ikisi Kabataş Lisesi'ne verilmişti araya gene duvar çekilerek, üçüncüsü benim sobalı ilkokulumdur!

Beş yıl (1958-1963) deniz kıyısında bir sarayda okudum ve geceleri yatağımdan işlemeli tavan süslerini seyrettim... Bugün Galatasaray Üniversitesi, bizim revir de rektörlük.

Abdülaziz'in bileklerinin kesildiği oda Kabataş Lisesi müdürünün odası olmuştu ve apar topar taşınıp da kanlar içinde can verdiği saray karakolu da metruk durumdaydı, duvarları yerindeydi, içi boştu. Sonra orayı, bugün lokanta olan tarihi binayı ne yaptılar, bilir misiniz? Tekel Deposu!

Yeni yönetim yakın tarihten ve Osmanlı'dan nefret ediyor, tuğraları kazımakla yetinmiyor, sarayların hepsini müze yapacağı yerde kimisini bakımsız bırakıyor, çürümeye ve yıkılmaya terkediyor, yıkılmış olanı onarmıyor, kimisini resmi daireye, kimisini okula dönüştürüyordu. Bunun hem 'alçak hanedanın zevk ve sefa yuvalarını ilim ve irfan yuvası yaptık' diyebilme keyfi vardı, hem de çağdaş liseler ve akademiler için gerekli altyapı masraflarından kurtulma kolaylığı...

Ama sorarsanız, Haşmet'in arkadaşı Necati size 'cumhuriyetin ilk döneminde İstanbul'a büyük yatırımlar yapıldığı' yalanını gözünüzün içine baka baka söyleyecektir.

1940 yılına kadar çivi çakmadılar be, çivi!

Hiç yorum yok: