6 Mart 2011

Üftade Hz.leri

Osmanlı pâdişâhlarından Kânûnî SultanSüleymân Hân zamânında, Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden. 1490 (H.895) senesinde Bursa'da doğdu. İsmi Muhammed olup, babası Manyaslı
Mehmed Efendidir. Üftâde lakabıyla meşhûr oldu. Bursa'nın çeşitli câmilerinde müezzin ve
imâm olarak vazife yaptı. 1581 (H.989) da Bursa'da vefât etti.
Muhammed Üftâde yeni doğduğunda, annesi bir rüyâ gördü. Çocuğu büyük bir süt
deryâsında yüzüyordu. Telâşla uyanıp, rüyâyı kocasına anlattı. O da; "Oğlumuz büyüyünce,
inşâallah çok büyük bir âlim ve velî olacak." diye tâbir etti.
Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde'yi, ipek satan bir
tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta
içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem
çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de
boş zamanlarında Bursa'daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret
ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya
başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların
ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu. MuhammedÜftâde'nin, Ulu Câmii medheden bir
beyti, câminin batı kapısı çevresinde hâlen yazılıdır. Arabî olan beyt şöyledir:
"Yâ câmi'al-kebîr ve yâ mecma'alkibâr,
Tûbâ limen yezûrüke fil-leyli vennehâr."
Mânâsı:
Ey Ulu câmi! Ey büyüklerin toplandığı yer!
Seni gece-gündüz ziyâret edenlere olsun müjdeler!

Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. "Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle!"
emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.
Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı.
Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu.
Kur'ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin
kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık
vermezdi.Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç
vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa
rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu
çok severdi.
Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçirenMuhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda
bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir
velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa'ya
geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak
istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde'yi yetiştirmeye başladı.
Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şekliyle yaparak hizmet
ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini
yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını
terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede'nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı.
Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden
istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü
teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk'ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç
konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar
istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı'ât adlı eserinde
topladı.
Muhammed Üftâde, hocasından sonra talebeleri yetiştirmek üzere dergâhta ders vermeye
başladı. Onların en iyi şekilde yetişmesi için gayret gösteriyor, hocasının kendisini
yetiştirdiği gibi onları irşâd ediyordu.
Muhammed Üftâde hazretlerini sevenlerden fakir bir kimse vardı. Her sene hac mevsiminde
hacca gitmek ister, fakat gidecek parası olmadığı için de bu arzusuna nâil olamazdı.
Üzüntüsünden hiç yüzü gülmez, gözleri hep hacca gidenlerin yolu üzerine takılır kalırdı.
Hanımı, yüzü gülmeyen kocasının bu hâline çok üzülürdü. Yine bir sene parası olmadığı için
hacca gidemeyen bu fakir, hanımına; "Eğer bu sene de hacca gidemezsem, seni üç talak ile
boşadım." dedi. Günler geçti. Kurban bayramı yaklaştı. Fakiri bir düşüncedir aldı. Hacca
gidemezse, hanımı boş olacaktı. Bir yerden de borç bulup hacca gidememişti. Ne yapacağını
şaşırdığı bir gün, aklına Muhammed Üftâde geldi. Hemen huzûruna gidip, ağlayarak
durumunu anlattı. Muhammed Üftâde; "Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, bizim selâmımızı
söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." buyurdu. Fakir, sevinerek huzûrdan
ayrıldı, süratle Mehmed Dede'nin dükkanına koştu. Mehmed Dede'ye hocasının selâmını
söyleyip, derdini anlattı.Mehmed Dede; "Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma!"
dedi. Fakir gözlerini açtığında, kendilerini Mekke'de buldular. Mehmed Dede, Allahü
teâlânın izniyle, fakiri bir anda kerâmet göstererek Hicaz'a götürmüştü. O gün, Arefe idi,
hacılar Arafat'a çıkmışlardı. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıktılar. Ertesi
günü Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiler. Ziyâret yerlerine gittikten sonra, Bursalı hacıları
buldular. Onlar, hemşehrileri olanMehmed Dede'yi ve fakiri görünce sevindiler. Fakir, birkaç
hediye alıp, bir kısmını götürmeleri için hemşehrisi olan hacılara emânet etti. Vedâlaşarak
ayrıldılar. Aynı şekilde bir anda Mekke-i mükerremeden Bursa'ya geldiler. Fakir, getirdiği
bâzı hediyelerle eve gelince, hanımı, birkaç gündür eve gelmeyen kocasını eve almak
istemedi ve; "Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirerek eve giriyorsun?"
dedi. Kocası da; "Hanım ben hacdan geliyorum. İşte bu getirdiklerimi de Mekke'den aldım."
dediyse de, kadın; "Bir de yalan söylüyorsun. Üç-beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi?
Seni mahkemeye vereceğim." dedi. Kâdıya giderek durumu anlattı ve; "Nikâhımızın
feshedilmesini istiyorum. Çünkü nikâhsız yaşamayı dînimiz yasaklamaktadır. Bu sebeple
haram işlemek istemiyorum." dedi. O sırada Bursa kâdılığına Azîz Mahmûd Hüdâyî
bakıyordu. Kâdı, hanımın kocasını mahkemeye çağırtarak onu da dinledi. Fakir, hacca
gittiğini, Kâbe-i muazzamada tavâf edip, ziyâret edilecek yerleri gezdiğini, Bursalı hacılarla
görüşüp, getirmeleri için emânet eşyâ verdiğini iddiâ etti. Bu sebeple boşanmanın vâki
olmadığını söyledi. Fakir, Mehmed Dede'yi şâhid gösterdi. Mehmed Dede de; "Şeytan,
Allahü teâlânın düşmanı olduğu hâlde, bir anda dünyânın bir ucundan bir ucuna gittiği kabûl
edilir de, bir velînin bir andaKâbe'ye gitmesi niçin kabûl edilmez?" dedi. Kâdı hayret ederek,
mahkemeyi diğer hacıların geleceği günlerden birine tehir etti. Aradan günler geçti. Bursalı
hacılar hacdan döndüler. Mahkeme gününde de, şâhid olarak fakirin hac vazifesini yaptığını,
hattâ emânet verdiği şeyleri getirdiklerini bildirdiler. Kâdı, şâhidlerin verdiği ifâde ile, dâvâcı
hanımın nikâhı feshetme isteğini reddetti. Böylece, boşanma hâdisesi olmadı.
Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi, bu hâdisenin günlerce etkisinden kurtulamadı. Nihâyet
Eskici Mehmed Dede'nin yanına gidip; "Beni talebeliğe kabûl buyurmanız için gelmiştim."
deyince, o da; "Nasîbiniz bizden değil, Üftâde'dendir. Onun huzûruna giderek mürâcaatınızı
bildirin." dedi. Kadı, evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de
sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek, hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp, Üftâde
hazretlerine gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenârî Câmiinin doğu tarafındaki
sokağa geldiğinde, atının ayaklarının, bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün
uğraşmalarına rağmen atı ileri süremedi. (Bu kayanın Üçkuzular semtinde olduğu da
söylenmektedir.) Atından indi. Sırmalı kaftanıyla, Üftâde'nin dergâhına doğru yürüdü.
Dergâha vardığında, eski bir hırka giyen ve bahçeyi çapalayan Üftâde hazretlerini gördü.
Üftâde, gelenleri görünce doğruldu ve; "Ey Kâdı efendi! Herhâlde yanlış yere geldiniz.
Burası yokluk kapısıdır, biz de, fakirlik kapısının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sâhibisin. Bu
hâlde ikimiz bir araya gelip bağdaşamayız. Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmur bir
dünyân var. Bizim gibi kulların, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi yoktur." buyurdu. Bu
sözler, Kâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye o kadar tesir etti ki, gözlerinden iki sıra yaş döküldüğü
hâlde; "Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Yeter ki, talebeniz
olabilmekle ve hizmetinizi görmekle şerefleneyim. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım."
dedi. Bu samîmî istek üzerine, Üftâde hazretleri tâne tâne buyurdu ki: "Ey Bursa kâdısı!
Kâdılığı bırakacak, bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de
dergâha üç ciğer getireceksin!" Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren
Kâdı, derhâl kâdılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Aldığı ciğerleri Bursa sokaklarında;
"Ciğerci! Ciğerciiii!" diye bağırarak satıyordu. Bursalıların hayret dolu bakışlarına,
kadınların ve çocukların alay etmelerine hiç aldırmıyordu. Onu görenler; "Bursa kâdısı Azîz
Mahmûd Hüdâyî aklını oynatmış, tımarhânelik olmuş!" diyorlardı. Bu şekilde nefsini kırıp,
rûhunu yükseltmek için her türlü alaya alınmaya katlanıyordu. Her akşam Üftâde'nin
huzûruna geldiğinde, hocası; "Bugün ne yaptın, ciğerleri satabildin mi?" diye soruyor, o da, o
günkü olup bitenleri anlatıyordu. Üftâde, bu şekilde yeni talebesinin nefsini kırıp terbiye
ettikten sonra,Azîz Mahmûd Hüdâyî'yi, dergâhta helâ temizleme işinde çalışmak üzere
vazifelendirdi. Onu husûsî sohbetleri ve teveccühleri ile yetiştirmek, evliyâlık makamlarında
yükseltmek için uğraştı. Nefsini terbiyede, kısa zamanda diğer talebelerden çok ileri geçtiğini
gördü. Üç sene sonra ona icâzet, diploma verdi. Yerine halîfesi, vekîli olduğunu bildirdi.
Osmanlı Sultânı Üçüncü Murâd Hân ileÜftâde, bir gün sohbet ediyorlardı. Bir ara Üftâde,
görünüşte lüzûmsuz bir takım el kol hareketleri yapmaya başladı. Mübârek yüzünün rengi,
hâlden hâle giriyordu.Sonra eliyle bir yer sıvarmış gibi yaptı. Pâdişâh, âniden yapılan bu
hareketlere önce bir mânâ veremedi. Sonra Üftâde'nin elinin siyahlaştığını görünce; "Efendi
hazretleri! Niçin böyle hareketler yapmaya başladınız! Elinizin siyahlaşmasına sebep nedir?"
diye sordu. O da; "Sultânım! Tebeanızdan bir balıkçı tayfası Karadeniz'in sularında balık
tutuyordu. Tekneleri su alacak şekilde delindi. Bizden yardım istedikleri için biz de
imdâdlarına yetişerek, teknelerini tâmir ettik. Bu sebeple elimiz karardı. Elhamdülillah
müslümanların boğulmaktan kurtulmasına vesîle olduk." buyurdu.
Üftâde hazretleri bir gün talebeleriyle kıra gitti. Bir pınar başında oturup sohbete başladılar.
Vakit ilerlemişti. Talebelerin bâzıları acıktıklarından; "Hocamız müsâade etse de bir yemek
yesek." diye gönüllerinden geçirdiler. Onların bu düşüncelerini anlayan Üftâde; "Yâ Rabbî!
Bu talebelerime bir sini yemek ihsân eyle!" diyerek içinden duâ etti. O anda ortaya, getireni
görünmeyen bir sini yemek kondu. Üftâde, talebelerine; "Haydi evlâtlarım, yemeklerimizi
yiyelim." buyurdu. Besmele çekilerek yemek yendikten sonra, sini âniden kayboldu. İleri
gelen talebelerinden Kemâl Dede; "Sini, suyun içine girdi!" diyerek sininin peşinden suya
girmeye başladı. Üftâde; "Suyun içine sakın girme!" diyene kadar, Kemâl Dede suyun içinde
eli kılıçlı iki kişinin kendisine doğru hücûm ettiğini gördü. Hızla sudan çıkarak hocasının
yanına koştu. Hâdiseyi görenler şaşırıp kaldılar.
Bir günÜftâde hazretlerine bir kadın gelip; "Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı
hâlde iftirâcıların şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir
duâ buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın." dedi. Bunu derken, kadının iki gözünden
çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini açarak Allahü
teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; "Evinize gidebilirsiniz." buyurdu. Kadın, merak içinde eve
geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü. Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp
gözlerinden öptü ve; "Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar?" deyince,
oğlu; "Ben de nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni
evimize koydu. Şaşırıp kaldım." dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti
olduğunu anladı.
Üftâde hazretleri, bir gün katırına binmiş evine giderken, önüne ihtiyâr bir zât çıkıp, borçlu
olduğunu, yaşlılık sebebiyle çalışamadığını, bu sebeple de borcunu veremediğini bildirdi.
Sonra da bir miktar para istedi. Üftâde, adamın hâline acıdı ve; "Kimseye söylemezsen
borcunu vereyim." buyurdu. Adam söz verince, Üftâde; "Şu taşı kaldır ve altındakileri al!"
dedi. Adam taşı kaldırdı. Altındaki bir miktar parayı görünce, hayret ederek hepsini cebine
doldurdu. Üftâde hazretlerine teşekkür ederek ayrıldı. Parayı saydığında, tam borcu kadar
olduğunu gördü. Alacaklıya gidip borcunu verdikten sonra, tamâh ederek tekrar o taşın
yanına geldi. Büyük bir heyecanla taşı kaldırdığında, hiçbir şey bulamadı. Bu işin, Üftâde'nin
bir kerâmeti olduğunu anladı. Huzûruna giderek talebesi olup, sohbetiyle şereflendi.
Bir gün Yalova'dan İstanbul'a bir gemi gidiyordu. İstanbul'a yaklaştıkları sırada, şiddetli bir
rüzgâr esmeye, dalgalar gittikçe büyümeye, gemiye şiddetle vurmaya başladı. Dalgaların
vuruşundan tahtalar gıcırdıyordu. Gemi, koca denizde bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalıyor,
devrilecek gibi oluyordu. Yolcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Herkes geminin bir tarafına
birikince, tehlike daha da büyüdü. Kaptan, yolcuları teskîn etmeye çalışıyor ve herkesin
yerinde oturmasını tavsiye ediyordu. Herkes birbiriyle helâlleşiyor ve şimdiye kadar işlediği
günahlarına tövbe ediyordu. Bâzıları da, kurtulmaları için adakta bulunuyordu. Yolcuların
arasındaki bir genç, Fâtiha-i şerîfe ve İhlâs sûrelerini okuyarak, hâsıl olan sevâbı; Peygamber
efendimizin, Eshâb-ı kirâmın, evliyânın, âlimlerin ve zamânın velîlerinden Üftâde
hazretlerinin rûh-ı şerîflerine hediye etti. Sonra da; "Yâ hazret-i Üftâde! Himmetinizi,
yardımınızı istirhâm ediyorum." dedi. O anda, uzaklardan bir karaltı peydâ oldu. Yaklaştıkca,
bunun bir insan olduğunu, suyun üzerinde süratle kendilerine doğru geldiğini gördüler. Onun
yürüdüğü yerlerde dalgalar hemen sâkinleşiyordu. Nihâyet o zât geminin yanına geldi ve
gemiyi eliyle bir mikdâr tuttuktan sonra, geminin önünden yürümeye başladı. Yürüdüğü
yerlerde deniz durgunlaşıyordu. Bir müddet sonra gözden kayboldu. Kaptan, o kimsenin su
üzerinde gittiği istikâmete göre, geminin dümenini ayarladı. Bir müddet sonra, selâmetle
sâhile vardılar. Herkes bu hâdise karşısında şaşırıp kaldı. Sâdece o delikanlı şaşırmamıştı.
Yolcular sâhile çıktıklarında, bir kimse karşılarına çıkıp onlara; "Ey yolcular! Üftâde
hazretlerinin selâmı var. Sağ olduğum müddetçe, bu sırrı kimseye söylemesinler diye bana
emretti." dedi.
Bir kış günü akşamı,Üftâde hazretleri talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara;
"Dostlarım! Canımız tâze üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?" buyurdu.Talebeler
içlerinden; "Bu kış günü, bu karda tâze üzüm olur mu?" diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd
Hüdâyî de kendi kendine; "Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet
vardır." diye düşünerek ayağa kalktı ve; "Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim."
dedi.Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa gitti.Bağ, karlar
altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım salkım üzümler
gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya
başladı.Asmadaki üzümler bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak
dergâha doğru yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur
derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı.Çâresiz kalınca hocası
Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; "İmdât! Yâ mübârek hocam!" der
demez, çukurun başından bir ses; "Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı çekeyim." dedi. Bu
sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki kimsenin kendisine gülümsediğini
gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna
alarak dergâha doğru süratle gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu.
Omuzunda üzüm dolu sepeti gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım
edeninHızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın
katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini
bir kere daha anladılar.
Bir gün Üftâde, talebeleriyle kıra çıkmıştı. Talebeler hocalarına takdim etmek üzere,
çiçeklerden demet yaparak huzûra getirdiler. Herkesin çiçeğini kabûl eden Üftâde, Azîz
Mahmûd Hüdâyî'nin getirdiği kırık saplı çiçeği görünce; "Evlâdım! Bütün arkadaşların demet
demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık bir çiçek getirdin?" diye sordu. Hüdâyî de;
"Efendim, zât-ı âlinize ne takdim etsem azdır. Fakat hangi çiçeği koparmak için eğilsem, o
çiçeğin; Allahü teâlâyı zikrettiğini gördüm. Ancak, bu gördüğünüz sapı kırık çiçeğin
zikredemediğini görünce, onu size getirdim. Kusûrumu bağışlamanızı istirhâm ederim" dedi.
Bu cevap, Üftâde hazretlerinin çok hoşuna gitti ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'ye hayır duâlarda
bulundu.
Muhammed Üftâde hazretleri, 1581 (H.989) senesinde Bursa'da hastalandı. Talebelerini
başına toplayıp, onlara son nasîhatlerini yaptıktan sonra, Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Sağlığında kendi yaptırdığı câminin bahçesine defnedildi. Mezarının üzerine türbe yapıldı.


Üftâde hazretleri, dergâhta talebelere ders verdiği zamanlarda, bir gece rüyâsında Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî'yi gördü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî buyurdu ki: "Talebelere bizim
Mesnevî'den de okutunuz!" O da; "Farsçayı bilemiyorum." deyince, Mevlânâ hazretleri;
"Sen başla bir kere, Allahü teâlâ yardım eder." buyurdu. Ertesi sabah, hiç Fârisî bilmediği
hâlde, kırk yıldır Farsça tahsîli görmüş gibi Mesnevî'den vâz ve nasîhat vermeye başladı.


Bir ikindi vaktinde, MuhammedÜftâde'nin yanına yaşlı bir kimse geldi. "Efendim! Bu sene
çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra, maddî gücüm olmadığı
için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer
onları buraya getirmek mümkünse, getirmenizi istirhâm edecektim." diye yalvardı. Üftâde de;
"Sağlığımda kimseye söylemezseniz getirelim." buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz
verince, Üftâde hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; "Şimdi bakınız!
Kâbe-i muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi?"
buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki çocuklarını
gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; "Annenizle birlikte, Harem-i şerîfin
dışındaki deveye binip acele geliniz!" buyurdu. Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez
annelerini aldılar ve dışarı çıktılar. Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden
deveye binip Bursa'ya doğru sürdüler. Devenin her adımı, gözün görebildiği uzaklığı
katediyordu. Kısa bir zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye
bir şeyler söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; "Bunu sakın kimseye söyleme!" diye
tekrâr tenbih eyledi.

Hiç yorum yok: